Atina’ya ilk kez 4 yıl önce 2017 yılının yazında gelmiştim. Açık söylemek gerekirse de, bir Girit seyahati öncesi ‘Atina’yı da görmeden geçmeyelim bari bu sefer’ temalı bir ziyaret olmuştu. Daha önce Yunanistan’a birkaç kez arkadaşlarımın tercihi ile gelmiştim ama benim için hep nasılsa görürüm çok yakın, önce başka yerleri göreyim diye düşündüğüm bir yer oldu. Hem uslanmaz bir yemek aşığı hem de profesyonel olarak şeflik yapmayı bahane ederek ilk kez Girit’i bir rota olarak kendim istedim ve belirledim diyebilirim. Hatta yine bir grupla seyahat ettiğim için onlardan gelen istek üzerine içten içe biraz da homurdanarak Atina’yı da rotaya eklemeye razı olmuştum. Atina hakkında yazın ortasında Temmuz ayında, üstelik de Türkiye’den her zaman olduğu gibi kısıtlı zamanla ve stresle çıktığım bir tatilde bir fikre varıp, dönüş yolunda havaalanında ‘Atinaya da özelikle bir uçuş için filan gerekmezse bir daha da gelmem heralde.’ cümlesini kurduğumu çok çok iyi hatırlıyorum. Ama işte ne demiş atalarımız: ‘Büyük lokma ye büyük laf etme.’ Bu atasözlerini dinlemeyip kulağına küpe yapmadıysan da hayat sana zamanla öğretiyor ne kadar geçerli olduklarını. İşte benim hikayemde de böyle oldu. Ben de hayatım da kafamdaki Atina da beklentilerim de bambaşkaydık ben Atina için bu sözleri söylediğimde. Şimdi bakıyorum da genel olarak Yunanistan benim kafamda bir tatil ülkesi, Türkiye’ye en benzeyen komşu olmanın dışında çok da ruhunu anladığım hatta anlamak için çaba gösterdiğim bir yer olmamış.
Şimdi 2021 yılında, dünyanın bir pandemi ile dev bir dönüşümden geçtiği, insanların evlere kapandığı ve sınırların neredeyse bir yıldır kapalı olduğu bir zamanda, ben kara sınırından özel izinle ve saatlerce yolculuk yaparak, üstelik de bu yolculuğu yapmak için aylarca sabırla bekledikten sonra, Atina’ya yeniden geldim. Aslında belki de ilk kez Atina’ya gerçekten geldim ve bu sefer gerçekten Atina’dayım. Çünkü farkediyorum ki aslında ben Atina’dan sadece geçmiş, google maps’ten gezer gibi gezmiş, restoranlarına saldırıp sadece daha çok denemek için tatmış, metropol insanı gözlüklerimi hiç çıkarmamış ve Atina’yı sadece tüketmişim. Benim Atina ile hikayem bir ilk görüşte aşk hikayesi değil bu yüzden.
Bu yazıyı yazmaya başlamadan önce sahilden uzun uzun denize (Ege’ye) baktım. Daha önce tanımak anlamak için pek de çaba sarf etmemiş olduğum bu şehre ne kadar haksızlık etmiş olduğumu ve Atina ve Yunanistan’ı gerçekten anlayabilmek, buradaki hayatı tam olarak kavrayabilmek için ciddi anlamda farklı bir zihin yapısında (İngilizcede state of mind denilen) olmak gerektiğini farkettim. Geldiğim bir buçuk ay itibariyle Atina ile bambaşka bir ilişki kurdum ve bu şehirle ilgili burada yaşama dair, Türkiye’deki ezber Yunanistan fikirlerinin çok ötesinde, her gün yeni şeyler öğrenip deneyimliyorum. Kendimi bu konuda çok şanslı hissediyorum ki Atina’yı bu yeniden ve bu kez gerçekten keşfimdeki bütün deneyimlerimi buradan bu blog vasıtasıyla, bu yazıları okuyacak olanlarla yani sizinle de paylaşma fırsatı
buluyorum. Bu karakterli, olgun ve görmüş geçirmiş şehrin ilk süpriz hediyesi oldu bu blogu yazmak bana. Ben burada, doğma büyüme ve aileden kim bilir kaç kuşak (bildiğimiz 5-6) İstanbullu, İstanbul’u her zaman kalpten sevmiş ve hiçbir zaman Türkiye’yi terk etme isteklisi olmamış, zorunluluktan değil seçerek İstanbul’da direne direne kalmış pek şehirli bir kadın olarak, Atina’yı kelimelerim yettiğince ve en önemlisi ona adil olmaya çalışarak anlatacağım.
Diliyorum ki buradan anlattıklarım ve mutlulukla buraya koyduğum kelimelerim ulaştığı herkese gerçekten ve gerçekçi bir Atina resmi çizer, okuyanların sorularına cevap olur ve belki bizim mutfak dünyasında pek severek kullandığımız tabirle de bir Atina tadımı yaptırır.
Atina benim hayatımda yeni bir yolun, yeni bir başlangıcın ana sahnesi olmanın yanında, her zaman kalpten sevmiş olduğum ve kimliğimle de son derece iç içe geçmiş bir şehir olan (They call it chaos, We call it home) İstanbul’dan sonra yeni bir yaşam tahayyül ettiğim, bana ‘evet ben burada yaşayabilirim’ dedirten şehir.
Atina ve Atina’da hayatla ilgili anlatacağım öyle çok şey var ki hangi sırayla anlatmak gerekir diye uzun uzun düşünüyor insan. Mazhar abimizin şarkıda da dediği gibi hani nasıl anlatsam, nerden başlasam (MFÖ- Bodrum Bodrum).
ACELESİ OLMAYAN TELAŞSIZ ŞEHİR ATİNA
(Ya da belki ‘Siga Siga this is Atina’)
Hem belki henüz daha yeni gelmiş (fresh off the boat derler ya) olduğum için hem de İstanbullu (az değil 35 yıl yaşadım) olma hali çokça içine işlemiş biri olmaktan herhalde, ilk söylemek istediklerim hep karşılaştırmalar üzerinden. Atina’nın İstanbul’a göre benim için ilk ve en çok hissedilen ya da en gözle görünür farkı çok daha yavaş bir şehir olması. Her ne kadar pandemide hem biz hem İstanbul ve şehir hayatı hissedilir olarak yavaşladı ise de yine
de Atina’ya gelince buraya ayak uydurmak için daha da frene basmam gerektiğini hissettim.
Tabi burda bu karşılaştırmayı yaparken aslında çok da doğru bir karşılaştırma olmadığını da vurgulamak gerekir. Elbetteki İstanbul dev bir metropol bir megakent, üstelik de ben her zaman ev, okul ve işlerimin her biri ile de şehrin tam göbeğinde yaşadım. Bütün hayatım, Beşiktaş, Taksim, Levent, Etiler, Maslak ve biraz da Kadıköy’de geçti ve son olarak da Teşvikiye de oturuyordum. Bu semtlerin her biri her zaman şehrin en tantanalı yerleriydi.
Atina’da ise şu anda Paleo Faliro denilen buranın sayfiyesi diyebileceğim bir bölgedeyim.
Ama bu bölgesel farkları da çıkardığımda bana göre hala arada ciddi bir hız farkı var. İzmir’in merkezinde uzun uzadıya vakit geçirmemiş olmakla birlikte, hem büyüklükleri hem de birer Ege büyükşehiri olmaları vesilesi ile Atina’nın belki İzmir’le karşılaştırılması hız konusu özelinde daha anlamlı olabilir.
Ben herkesin birbirini ittirdiği, sürekli itişmenin ve mücadelenin şehri İstanbul’dan geldiğim ve ülkemizde her beş kişiden bir İstanbulda yaşadığından yine de bu karşılaştırmayı kayda değer buluyorum. Hani klasik bir Turk filmi sahnesi de vardır hepimizin bildiği. Haydarpaşa garından İstanbul’a ilk adım atanlar bakar İstanbul’a ve der ki seni yeneceğim İstanbul (ya da Seni yenecem İstanbul) Gelen için de yaşayan için de böyledir İstanbul hep itişilen şehir.
Sadece şehri değil birbirini de hep yenmek ister İstanbul’da insanlar. Hep koşturursun, hep daha önde olman gerekir, trafikte direksiyonu sen önlerine kırmazsan senin önüne kırılır (gerçi Yunanlıların araba kullanma şekli konusunda da laflar hazırladım). Bir kuyrukta ağız tadıyla bekleyemezsin, sürekli önüne geçmeye çalışanları kesersin, önüne geçen olmasın diye durup beklerken bile aslında durup bekleyemediğin zihninin sürekli alarm durumunda olduğu yerdir İstanbul. Hesap için garsonu çağırırken birşey satın alırken, tatil günlerinde ve Pazar kahvaltısına giderken bile hep bir acelesi, hep bir telaşı vardır İstanbul insanının.
Herşey hep tam istediği anda olsun ister ve olması gerekenin bu olduğunu düşünür. Yemeksepetinde siparişi 45 dakikayı bir dakika geçtiğinde ya da trendyol siparişinde hızlı kargosu 1 gün geciktiğinde en az bir kez müşteri hizmetlerinde olay çıkarmamış kimse yoktur belki İstanbul’da. Sokakta yürürken önünde yürüyenin hızını beğenmeyen, kendi arkasındakinden yavaş yürüdüğünde ise iteklenip azar işitmeyen bir kişi bulamayız huzursuz şehrimde. Tatilde, bayramda, seyranda bile hızlıdır İstanbul, ve bu normali kabul edilmiştir.
Hatırlıyorum yıllar önce doktora için Amerika’da upstate New York’da adı şehir olan ama bence bir kasaba olan New York City’ye 3 saat mesafede bir yerde kalıyordum. Burası bana göre o kadar boştu ki sürekli olarak Amerikalı ev arkadaşlarıma ‘buradaki insanlar nerede diye?’ soruyordum. Hatta mesele aramızda epeyce espri konusu olduğundan, ben Amerika’dan ayrılırken bana üzerinde kapıdan dışarı bakan bir kızın resmedildiği Binghamton: Where is Everybody? (Binghamton: Herkes nerede?) yazılı bir hatıra t-shirt’ü hediye etmişlerdi. Orada yaşadığımda bu boşluktan daraldıkça bazen sadece haftasonu için bile olsa New York City’ye gidiyordum. Otobüsle ilk gittiğimde Port Authority’nin (Şehrin
merkezindeki otobüs garı) yanılmıyorsam 41. caddedeki kapısından çıkmış o an bana hızlı çekim gibi gelen New York insanlarına bakarken birinin omuzumdan dokunup hızlıca önüme doğru geçmesiyle irkilmiş ve arkasını dönüp Amerikan filmlerinden fırlamış bir eda ile ‘C’mon this is New York!! (Hadi burası New York) demesiyle örselenip kendime gelmiş, sonrasında hemen İstanbul vitesime geçiş yaparak gülümseyip kendi kendime ‘oh evde hissediyorum’
demiştim. O zaman yirmi yedi yaşındaydım ve şehir dediğin hızlı olur fikrine zannediyorum ki gönülden bağlıydım. Belki yaş ilerlemesinden, belki kendi kişisel hikayemin şekillenişinden, ya da belki öğrenilmiş çaresizlik konusunda farkındalığımın gelişmesinden, şu anda bunun anlamsızca yaşam kalitesini düşüren bir durum olduğunu ve kesinlikle sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum.
Ama sakın bu anlattıklarımdan Atina’nın bir sahil kasabası havasında ilerleyen bir hızı olduğu fikri çıkmasın. Atina İstanbul gibi kaotik bir metropol değilse de yine de çevre belediyeleri ile birlikte (Attika) yaklaşık 4 buçuk milyon kişinin kilometre kare bakımından çok da geniş olmayan bir alanda yaşadığı, ve ülke nüfusunun yarısına yakınına ev sahipliği
yapan bir başkent. Elbette kendine göre bir kalabalığı, bir hareketi ve bir trafiği var ama bir şekilde herşey daha yavaş akıyor ve insanların İstanbuldaki gibi hep bir acelesi ve telaşı yok.
O kadar ki, benim içime işlemiş İstanbul standartlarım ve koşullanmalarım ile değerlendirince, burada hiç kimsenin hiçbir konuda acelesi, telaşı ya da sabırsızlığını gözlemlemiyorum.
Örneğin bir süpermarkette içerideki insan sayısından bağımsız olarak peynir reyonunun arkasındaki görevli kendi zamanında hareket ediyor ve bekleyen sayısının baskısıyla acele etmiyor. Ya da içerisi bomboşken tek bekleyen siz bile olsanız ve tezgahın arkasında iki görevli dahi olsa, sizin bütün göz teması çabalarınız ve hadi ama bana bak artık bakışlarınız altında işlerine kendi uygun gördüğü hızda devam ediyorlar. Sahilde yapılan bir yürüyüşte kimse kimsenin mütemadiyen önüne geçmeye çalışmıyor, herkes kendi hızında ve birbiri ile yarışmadan yoluna devam ediyor. Şu anda pandemi koşullarında, tüm dükkanlarda sadece belli sayıda kişi bulunabilirken ve mağazalara sadece randevu alarak girilebilirken dahi, içeride ya da dükkanların önünde acelesi olan ya da telaşlı davranan ve belki en doğru ifadeyle huzursuz insanlar görmüyorum. Burada herhangi bir Yunanlı ile sohbette sıklıkla farklı farklı bağlamlarda ‘siga siga’ (yavaş yavaş) ifadesinin kullanıldığını duyuyorum. Ben de kendimde bir telaş hali gözlemlediğimde kendi kendime ‘siga siga Sezen siga siga’ diyorum.
Bir iki gün önce uzun zamandır burada yaşayan Türkiye’den bir arkadaşımla sohbet ederken bana İkaria adasından bahsetti. Orada ‘Siga siga this is İkaria’ (Yavaş yavaş burası İkaria) derler diye ekledi. Sanırım ben hala İstanbul hızından yeterince düşemediğim için bu söz benim için Atina’ya uyarlanabilir durumda. ‘Siga siga burası Atina’ kafamda bir mantra gibi dolaşmaya başladı bile.
DOĞU İLE BATI ARASINDA KÖPRÜ OLMAK
Atina ve Yunanistan ile ilgili yoğun hissiyatlarımdan bir diğeri ise doğu batı meselesi ile ilgili oldu. Çocukluğumuzdan beri hem İstanbul’un coğrafi özelliği üzerinden (Asya ile Avrupanın birleştiği yer) hem Türkiye’nin jeopolitik konumuna referansla çokça dinlediğimiz bir hikaye vardır: Doğu ile batı arasındaki köprü olmak. Tabi bahsettiğim bizim nesile kadar olan eğitim sistemi, bugünün Türkiyesinde okullarda ne anlatılıyor hiçbir fikrim yok. Çocukken kültürel
olarak anladığım, daha sonra giderek politik içeriğine hakim olduğum bu kavramlar, öyle ya da böyle içimde bir şekilde yer buldu hep. Muhtemelen bu yüzdendir ki bir Yunanlıdan bu tabiri kendi ülkesi için kullandığını duyduğumda epey şaşırıp refleks olarak ‘Nasıl ya? O biz değil miyiz size de mi aynı hikayeyi anlatıyorlar burda?’ deyiverdim. Karşımdaki Yunanlı da aynı şekilde şaşırarak ‘siz köprü olursanız bizim batıda olmamız lazım ama öyle bir durum söz konusu değil’ dedi ve karşılıklı gülmeye başladık. Belki Yunanistan’ın Avrupa birliğinde olmasından, özellikle Yunanistan’a gidip gelen Türklerden sıklıkla duyarım Yunanlılar için kendini Avrupalı sanan Türkler, Avrupa görmüş Türkler gibi benzetmeleri.
Tatil dışında burada bulunup buranın kendi hayatına karışmaya başladıkça Türk ve Yunanların bu doğu-batı meselesi ile ilgili temel bir farklılık hissetmeye başladım.
Yunanlıların bu konuda kendileri ile daha barışık (İngilizcede ‘being comfortable in one’s own skin’ anlamında) ve bunun sonucu olarak da daha huzurlu olduklarını hissediyorum.
Türkiyede çok fazla birşey olma ya da olmama halleri ile olayları algılama kültürünün yaygın olması nedeniyle Yunanlı algısında da bu gibi benzetmelerin yaygın olduğunu farkettim.
Türklerin ve Türkiyelilerin epeyce zamandır yoğun şekilde birşey olma ya da yine çok yoğun olarak olmama çabası, birşeyi algılamada mukayese etmenin neredeyse tek geçerli metod olarak kabul etmesinin hepimizi birçok konuda çokça gerçekten uzaklaştırdığını ve daha da yoğun çatışma içine sürüklediğini düşünüyorum. Yani kısaca bizde pek çok söylendiği gibi ‘Avrupalı’ ya da başka bir şey olmaya çalıştıklarını ve aynı şekilde ‘doğulu’ olmamaya
kendilerini bu kimlikten ayırmaya çalıştıklarını hiç düşünmüyorum. Tam tersi bu konuyu bize göre çok daha sindirmiş ve kendi olmaktan daha rahat olan insanlar olduklarını hissediyorum. Bu durumun da insanların farklılıklara değil ortak özelliklere odaklanmalarına ve düşmanlık değil dostluk fikirlerini beslemelerine yol açtığını düşünüyorum.
Buraya geldiğim bir buçuk ay içinde pek çok farklı yerden ve sosyal sınıftan Yunanlıyla iletişimim oldu ve Türkiyeden olduğumu belirttiğim her diyalogda son derece sempatik ve sevgi dolu karşılandım. Öyle ki, en son pazara gittiğimde pazarcıların biri ‘seni çok seviyorum’ diye bağırarak pazardaki herkesi güldürürken, bir diğeri de ‘kardeş kardeş’ diye
seslenmeye başladı. Bana öyle geliyor ki devletlerin ve ülkeleri yönetenlerin kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerinin ve bunun halkların birbiri ile ilişkisini etkilememesi gerektiğinin ayırdına iyice varmış insanlar Yunanlılar. (Mutlaka her ülkede olduğu gibi farklı düşünenler vardır ama ben kendi deneyimimi paylaşıyorum.) Türkiye devletini yönetenlere karşı antipatilerini paylaşmaktan çekinmezken, her fırsatta bana bildikleri Türkçe kelimeleri,
ya da iki dilde ortak olan kelimeleri söylemeye başlıyorlar. Eğer içinde bulunduğumuz siyasi gerilimde Yunanistanda nasıl karşılanırım diye bir soru kafanızdan geçiyorsa tereddütsüz söyleyebilirim ki, Yunanlıların genel olarak Türkiye insanı ile ilgili bir problemeleri yok ve bize karşı son derece pozitifler. Elbette ki bu sizin insanlarla kurduğunuz iletişimden bağımsız olmayacaktır.
Bir sonraki yazımda bu konulardaki hislerimin oluşmasında oldukça etkili olan yaşadığım yer Paleo Faliro’yu anlatmak üzere bu yazıyı bitiriyorum.
Yunanlıların bana hep söylediği gibi ‘Hade Filakia’