Kolonaki: Nişantaşında olduğunuzu nasıl anlarsınız?
Kolonaki’den ilk geçtiğimde neresi olduğunu bilmiyordum. O sırada yine adını bilmediğim Atina’nın en yüksek noktası olan tepeye doğru çıkmak üzere arabayla geçiyorduk. Arabanın içinde sohbet ederken bir anda etrafıma baktığımda, ağzımdan burası benim evin oraya benziyor ya cümlesi çıkıverdi. İstanbul’da Teşvikiye’de oturuyordum Atina’ya gelmeden önce. Etrafta şaşırtıcı bir benzerlik vardı ama o sırada bütün dükkanlar kapalıydı ve biz adını sonradan öğrendiğim Lykavittos tepesine doğru gidiyorduk. Kolonaki ile aramızda ilk görüşte oluşan bağı ve neden çok sevdiğimi anlatmaya başlamadan önce Kurtlar tepesi olarak da bilinen Lykavittos tepesinden ve orada geçirdiğim akşam üstünden biraz bahsetmek istiyorum.
Lykavittos Tepesi (Kurtlar tepesi)
Kolonaki’nin hemen üst kısmında yer alan bu tepe, bazı kaynaklarda Lykavittos dağı olarak geçse de, deniz seviyesinden 300 metre civarı bir yüksekliği olması nedeniyle ben tepe diyenlerden olmayı tercih ettim. Atina’nın merkezindeki en yüksek tepe olan Lykavittos’un mitolojik hikayesine göre, Zeus’un kızı zeka, edebiyat ve sanat tanrıçası Athena’nın (bundan daha harika ve kapsamlı bir tanrıça olamazdı herhalde) Akropolis’i yaratırken (ya da inşa ederken diyebiliriz) Pallene yarımadasında getirdiği bir kireçtaşını yanlışlıkla (aldığı kötü bir haber üzerine de deniyor bazı kaynaklarda) düşürmesiyle oluşmuş ve daha sonra buraya Tanrı Zeus’a adanan bir tapınak yapılmış. Tepeye yürüyerek, belli bir noktaya kadar arabayla, veya Kolonaki’den fünüküler sistemle çıkılabiliyor. Atina’daki yeşil noktalardan biri,
tepeye çıkıncaya kadar epeyce çam ağaçlarının güzel kokusunu alabiliyorsun. Arabayla çıkarken araba parkının yapılabildiği düzlük alanlara ulaşılıyor. Buraların etrafındaki kısa boylu duvarların üzerinde kahvesini şarabını, müzik enstrümanlarını, ailesini ve dostlarını kapıp gelmiş insanlar manzaranın tadını çıkarıyor. Bu son araba parkedilebilen yere ulaşınca tırmanmaya yürüyerek devam edebiliyorsun. Tam tepeye ulaşmadan önce epeyce büyük bir amfitiyatro olan Lykavittos tiyatrosunu gördüm yukardan. Korona virüs salgını nedeniyle, şu anda orada bir tiyatro, gösteri ya da en güzeli bir konser dinleyebilmek hayal olsa da kendimi hemen orada hayal edebildim. Diliyorum ki orada bir açık hava konseri dinleyebilmek yakın zamanda mümkün olur. En tepedeki kilisenin hemen biraz altında kocaman bir restoran
varsa da o da şimdilik sadece kahve satıyordu. Tahminimce epeyce turistik olması nedeniyle biraz ederinin üzerinde pahalı olacaktır ama yine de eşsiz bir konumu olduğu için bir kez şans verebileceğimi düşünüyorum. En tepede ise Atina’nın en tepe noktasından 360 derece bir manzaranın yanında minicik ve çok şirin bir kilise var. İsmi Agios Georgios. Açıkçası çok şirin bir kilise olmakla birlikte, bana sanki Santorini’ye giderken yanlışlıkla
buraya düşmüş gibi bir hava verdi mavi kubbesi ile. Atina’nın genel havasıyla bir bağını kuramadım, daha çok bir adaya ait gibi duruyor. Ama bu şirinliğinin önünde hiçbir engel teşkil etmemiş. İçi de epey ufak, içerde benim dikkatimi ilk çeken çalan ilahilerin tınısının neredeyse birebir İslam ilahileri ile benzer olmasıydı. Sonra, en uçta uzun uzun oturup
Atina’yı seyrettim. Bana neler söylüyor bu yaşlı şehir dinlemek istedim. Dünyanın en güzel şehri değil belki, ama çok dost canlısı olduğunu hissettim. En azından yazın turistlerle dolana ve güneşten kavrulana kadar nefes kesici bir günbatımı noktası olacak benim için.
Yazın ise eminim pek çok insan tadını çıkaracak ama sanırım benim çok tercih edeceğim bir yer olmaz burası. Tepeden inerken etrafta çalılık olarak dekor olmuş biberiyelerden topladım.
Kolonaki
Kolonaki mou.
Lykkavittos tepesinin hemen altındaki, Atina’nın Taksim meydanı Sytagma’nın azıcık üstündeki hem pek havalı hem de pek şirin mahalle. Önce şunu söylemem gerekiyor ki, Yunanca da kelimelerin sonuna gelen ‘-aki’ eki bir şeyin küçüğü
anlamına geliyor. Bizdeki ‘-cik’ eki gibi. Kolonaki, de bu bağlamda koloncuk ya da küçük kolon anlamına geliyor. Yunanlılar bunu konuşurken çok kullanıyor ve bana inanılmaz sempatik geliyor. Mesela, ev kelimesi Yunanca’da Spiti anlamına geliyor ve Evim güzel evim (Home sweet home) anlamında ‘Spiti mou Spitaki mou’ diyorlar. Mou ise benim anlamındaki kelime. Herkeste aynı hissiyatı yaratıyor mu bilmiyorum ama mou ve ‘-aki’ kullanımlarının sıklığı bana inanılmaz sıcak, sempatik ve belki biraz abartıyorum ama sarıp sarmalayıcı geliyor. Sadece ‘Kolonaki mou’ demek bile bende o kadar sıcacık bir hava yaratıyor ki anlatamam.
Kolonaki elbette Nişantaşına pek çok anlamda çarpıcı olarak benziyor. En temel olarak tabi ki lüks mağazalar akla geliyor her ikisinden de bahsedince. Gerçi benim için Teşvikiye başka bir nitelik kazandı, o eski Nişantaşı algımdan son zamanlarda yaşamaya başlayınca ama, Kolonaki bir şekilde tam olarak hem herkesin kafasındaki bilinen Nişantaşı çağrışımına hem de Beyoğlu’nun boşalmasından sonra yaşanan Teşvikiye mahallesinin dönüşmüş haline
karşılık geliyor.
Chopard’ı ve Guccisi ile, Prada’sı Zegna’sı ile, Christian Dior’u Hugo Boss’u ile, İngilizce’de ‘high end’ bizde lüks markalar diye geçen, benim kendi adıma pahalı markalar dediğim tüm markalar tekmili birden yerlerini almış. Fakat yine de herhalde Nişantaşı gibi eski semt olmasından, bir köşe Max-Mara iken bir diğer köşede United Colors of Benetton gibi daha makul fiyatlardaki mağazalar da görülebiliyor. Elbette ki meydanın azıcık ilerisine, biz de buradayız, merak etmeyin hepiniz poşetlerinizi doldurabilirsiniz dercesine bir H&M’de konuşlanmış. Açıkçası ne benim bu high-end markalarla ne de bu markaların benle alışveriş anlamında işimiz olmadığından, benim için bunlar ‘vitrinlerine ne düzenleme yapmışlar acaba, ilginç birşey var mı’nın ötesinde bir anlam ifade etmiyorlar. Görebildiğim kadarıyla da
vitrinleriyle belki de pandemi nedeniyle özel olarak ilgilenmemişler. Fakat elbetteki her zaman varlıkları anında etraftaki insan kitlesinde gözle görülür bir değişiklik, ortamdaki kaliteli ve yoğun parfüm kokusunda bir artış gerçekleştirir.
Bu mağazaların dışında yine tam da Nişantaşındakilere benzer, manasızca pahalı çocuk kıyafetleri ve eşyaları mağazaları, anlam veremediğimiz fiyatlarda şeyler satan takı mağazaları gibi yerler de bulunuyor. Ayrıca aralarda pek çok ikinci el, özellikle çanta ama aynı zamanda kıyafet de olan, eskiden yine Topağacı tarafında butiklerin arasında bulunan ama şimdi kalıp kalmadığına emin olmadığım türde mağazalar da var.
Global markaların dışında yerli Yunan tasarımcıların da ürünlerinin bulunduğu küçük butikler de Kolonaki’de yerlerini alırmış. Yıllardır instagramdan fotoğrafları beğendiğim için takip ettiğim ‘Ancient Greek Sandals’ mağazasını dolaşırken aniden karşımda görmek beni şaşırttı. Bu anlamda Nişantaşındaki gibi bir caddeyle ikiye ayrılmış gibi değilde
Teşvikiye’deki küçük tasarımcı dükkanları da büyük markaların etrafına serpiştirilmiş gibi biraz. Bütün bu mağazaların yannda, elbette parlemento binasına çok yakın olması nedeniyle pek çok ülkenin büyükelçülükleri de bu bölgede, Türkiye Büyükelçiliği de dahil olmak üzere. Aynı zamanda şu anda kapalı oldukları için gezemediğim ama ilk fırsatta görmek için notlarımı aldım çok güzel sanat galerileri de Kolonaki’nin görülecek önemli yerlerinden.
Peki ya siz Nişantaşında olduğunuzu nasıl anlarsınız?
Etrafta gördüğünüz lüks mağazalardan mı? Ben şahsen Nişantaşına Nişantaşı demem etrafta yeterince hip cafe, restoran ve elbette en çok da 3. nesil kahveci görmüyorsam.
Kolonaki’nin de bu anlamda Nişantaşından hiç aşağı kalır bir yanı yok gerçekten. Pandemi dönemi olmasına ve Cafe Restoranlar sadece gel-al üzerine çalışmasına ve etrafta oturacak hiç masa olmamasına rağmen her cafenin ya da kahvecinin önünde muazzam şık giyimli bir insan kalabalığı mevcut. Yunanlılar da sosyalliği yüksek ve açık havayı seven insanlar olduğu için pandemi koşulları altında da kuralları esnetmek suretiyle ellerinde kahveleri, mekan kapılarının önünde diğer zamanlara göre belki daha mütevazı kalabalıkların içinde yerlerini almış durumdalar. Ayrıca kahvesever bir millet barındıran Yunanistan’da da 3. nesil kahveciler özellikle Kolonaki’de oldukça fazla sayıdalar. Çoğunun da oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. Özellikle haftasonları Kolonaki meydanındaki park ve etrafı tamamen kahve sırasındakiler ve ellerinde kahve olan insanlarla dolu şu anda. Haftasonu hafta içine göre hem yaş ortalaması biraz daha düşüyor hem de daha spor giyimli insan sayısında artış gözlemledim. Evet, özellikle belirtmek gerekir özellikle hafta içi Nişantaşından çok temel bir farklılık olarak etrafta tayt-oversize sweatshirt ve devasa spor ayakkabı (Balenciaga ve türevleri) kombinli kimseye rastlamadım. Nişantaşında her sokakta yapma çiçekli bir mağazanın önünde bu kıyafetle fotoğraf çektiren en az 3-4 kişiyi görmeyeli epey zaman oldu. Aynı zamanda bol dolgu ve burun estetikli insan sayısı da burada Nişantaşı ile yarışacak durumda değil.
Oldukça güzel görünen bazı restoranlar dışında, bir de önünde içki içilebilen minik cafe-bar tipi mekanlar var ki buralarda yaş ortalaması daha da yükseliyor. Aslında benim genel olarak gözlemlediğim kadarıyla burası ağırlıklı 40 yaş üzerinin hakimiyeti olan bir yer. Belki biraz ekonomik durumdan, ya da belki bölgede çalışan insan profilinden belki de Yunanistan yaş ortalamasının zaten bize göre daha yüksek olmasından, belki de hepsinden dolayı böyle bir
durum var. Kolonaki’ye çok yakın olan Megaro Mousiki konser salonunun (Bizdeki Cemal Reşit Rey ya da bir zamanların Atatürk Kültür Merkezi’nin karşılığı gibi duruyor.) hemen yanındaki parkta ise örneğin (ki burayı da bir parça Maçka parkına benzetiyorum) çok ciddi bir genç insan profili var. Biraz böyle kültür sanat merkezlerine, müzelere yürüme
mesafesindeki yakınlığı ve etrafındaki büyük caddelerin yapısı itibariyle de Nişantaşına epeyce benzettiğimi söyleyebilirim Kolonaki’yi.
En sevdiğim özelliklerinden biri de inanılmaz güzel binalar ve bu binaların arasında kalmış, muhtemelen eskiden elit kesimden insanların evleri olan şu anda ise daha çok işyerine (bir denizcilik şirketinin genel merkezi gibi ) dönmüş çok şık, çok zevkli ve geleneksel mimari ile inşa edilmiş yapılar. Yunanistan’da da bizde olduğu gibi son 40-50 yılda (hatta daha da öncesinden beri) pek de kayda değer bir mimari ile inşa edilmiş bir şey görmek mümkün değil. Kolonaki sokaklarında dolaştıkça bu anlamda gerçekten güzel ve sevilesi binalar çıkardı karşıma. Ayrıca, Lykavitos’a çıkınca Kolonaki binalarının bazılarının tepelerindeki roof-top yüzme havuzlarını görebiliyoruz. Kelimenin gerçek anlamıyla lüks bir semt.
Duyduğuma göre buranın esas sakinlerinde de zaman içinde bir azalma yaşanmış ve çoğunlukla Kuzey Atina’daki Kifisia bölgesine taşınmış orjinal Kolonaki halkı. Fakat tıpkı Nişantaşında olduğu gibi epeyce doktor muayenehanesi (burası da büyük hastanelere yakın bir yer) ve avukat ofisi tabelaları görmek mümkün. Sokaklarında dolaşıp bazılarında mor
çiçekler sarkan tatlı balkonilere (balkon Yunancada balkoni) bakmak da benim için ayrı bir zevk oluyor.
Özellikle bir cuma akşamı iş çıkışı saatinde en sevdiğim ve hatta derin bir aşkla bağlandığım tatlı dükkanına (elbette ki bunu ayrıca ve uzun uzun anlatacağım için böyle yazdım) giderken etraftaki küçük kafelerin ve restoranların önünde happy hour tadında ayakta takılıp sohbet eden insanları görmek beni çok mutlu etti. Bir şekilde o kalabalığın içinde bir huzur vardı ve bu sadece pandemiden de değil sanırım benim İstanbul’da uzun zamandır uzak kaldığım
arayıp bulamadığım itiş kakışsız ve kendi içinde bir ritmi olan ama yormayan bir kalabalığın huzuruydu.
Kolonaki’de bir simyacı: Stelios Parliaros
Yunanistan’a geldiğimden beri adeta bir tatlı tadımı maratonunda olduğum için, belki 30’un üzerinde tatlıcıdan birşeyler denemiş, çok daha fazlasını ise belki başka sürekli açık bir yer olmadığından belki de (ki bu daha muhtemel) Yunanlıların tatlıyla olan çok kuvvetli ve tartışılmaz bağlarından içlerine girip mağaza gezer gibi gezdik. Bu yazdığımın üzerine nasıl inandırıcı olacak bilmiyorum, ama ben şahsen pek tatlı insanı da değilimdir. Hamurişleriyle ilişkim çok kuvvetli olmakla birlikte boş vakitlerinde tatlıcı gezecek birisi profili görmüyordum kendimde. Bu konuda Yunanlıların mahalle baskısı altında kalarak hareket ettiğimi söylemem gerekir. Bu ön bilgiyi verdim, çünkü Kolanki’yi tek başıma gezdiğim o ilk gün açıkçası sürekli yediğim tatlıların suçluluğundan sadece güzel bir kahve içmenin peşindeydim ve üstelik kahvaltımı da yeni ettiğim için karnım toktu. Tok karnım ve tatlıcılara olan tüm ilgisizliğimle Kolonaki’nin tatlı sokaklarında güzel mimarili binaları kovalarken, olan oldu ve işte o dükkan gözüme ilişti. Bir iki merdiven aşağı inilerek girilen, üstelik Kolanaki’deki herhangi bir yiyecek içecek satan yerden önünde çok daha az olan o dükkan:
‘Sweet Alchemy by Stelios Parliaros’ (Glykes Alchemies).’
O kadar etkilendim ki sanırım tam bir aydır, instagramım üzerinden, telefonda ya da kimi görsem burayı anlatıyorum. Benim için kelimenin gerçek anlamıyla Alice Dünyası gibi bir yer. Özellikle dekorasyonunda kullandığı tasarım paskalya yumurtası şeklinde kutularıyla aklımı başımdan aldıysa da belki bu mesleği yapmaktan belki de gerçekten iyi yemeğin içinden gelmekten (hem aile hem de ülke mutfağı anlamında) dekorasyon meselesi yemeğin lezzeti konusundaki muhakememi hiç etkilemez. En cool havalı görünen yere de yemeği gözüm tutmazsa asla girmem, yemek güzelse de isterse sanayinin kenarında en salaş yer olsun hiç farketmez. Sweet Alchemy is bunların hepsini birleştirmiş, fine dining menüsünün parçası olabilecek her biri özenle tasarlanarak yapılmış yaratılmış veya yorumlanmış gerçekten her
biri birer sanat eseri tadındaki bu tatlıları bu dükkanda resmen gel al şeklinde erişimimize açmış. Ben açıkçası Stelios Parliaros’u hiç tanımama rağmen tatlıları görür görmez ve özellikle ilkini tattığımda son derece üst düzey bir şefle karşı karşıya olduğumu anladım, ama ilk fikrim kapıda diğer yerlerdeki kadar çok insan olmadığından herhalde kendi kendine birşeyler yapmaya çalışan birisi diye düşündüm. Kim olduğunu öğrendiğimde Yunanistan’da
çok ünlü bir şef olduğunu ve Sweet Alchemy olarak aynı isimle bir TV programı da olduğunu öğrendim. Yaptığı işin geleneksel Yunan tatlıcılığının çok üzerinde klasiğin çok çok dışında olduğunu ve burada pek de böyle yaratım tatlıların bulunmadığını söylemek gerekir. Daha sonraları tekrar tekrar gttiğimde özellikle de iş çıkış saatlerinde önünde hak ettiği kalabalığı gördüğümü söylemem gerekir. Gerek pandemi gerek öncesinde kendi iş yoğunluğumdan
uzun zamandır beni gastronomik anlamda bu kadar heyecanlandıran bu kadar damağımı şaşırtıp beni mutlu eden bir yerde bulunmamıştım. Tatlılarının herkesin zevkine uygun olacağını sanmıyorum, ama beni kesinlikle bağımlısı yaptı ve
Kolonaki mou’yu sık sık ziyaret
için harika bir sebep verdi. Instagramdan Stelios’u da İstanbullu kız olarak yakın markaja aldığımı ve kendimi resmi olarak stalker’ı ilan ettiğimi ve şu anda dükkanda çalışan herkesin beni dükkanlarının en azılı takipçisi ve aşırı heyecanlı İstanbullu şef olarak tanıdığını söylemem sanıyorum ki sizi şaşırtmayacaktır. Ben Stelios’un işlerini o kadar çok sevdim ki
kesin sarılırdım orda görsem (ilk gördüğümde sarılmayı da planlıyorum). Abarttığımı düşünmeyin çünkü yıllar önce İtalya’da Dario Cechini’ye , Antep’te de kör Halil ustaya sarılmışlığım vardır. Ayrıca benim restoranımda yemek yeyip bana sarılanlar da oldu. Benim için bunlar son derece normal hadiselerdir. Kolonaki de benim için Atina’daki en önemli ve kesinlikle en sevdiğim semtlerden birisi oldu böylece. Dilerim ki Atina’ya geldiğinizde bu tatlı semti elinizde Sweet Alchemy’den aldığınız harika bir tatlı eşliğinde dolaşma fırsatınız olur.